HİSDER (Hikmet İlim ve Sanat Derneği) in Meram Uluslararası Gençlik Akademisinde 16 Aralık 2019 tarihinde düzenlediği Pazartesi toplantılarında Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Caner ARABACI “Balkan Savaşı ve Yansımaları” konusunda dernek üyelerine bilgi verdi.

Prof. Dr. Caner ARABACI konuşmasının başında 107 yıl sonra Balkan Savaşı’nı değerlendirdiklerini, yenilgileri sevmeyen bir toplum olduğumuz için Kanuni’den sonraki dönemi pek beğenmediğimizi belirtti.

Balkanlar’da “Türk olmak İslam olmak” demektir. Arnavutların ‘Sözünde durmazsam Türk olmaktan çıkayım’ sözü, tamamıyla bu anlamda kullanılan bir sözdür. Balkanlar’da Osmanlı nüfusu Balkan Harbi’ne girmeden önce 9 milyon civarındaydı. Balkan Harbi’nden sonra bu İslam nüfusun yarısı ilk yıllarda yok edilmiştir. Daha sonraki yıllarda da bunların bir kısmı Türkiye’ye hicret etmiştir. Hicret yıllarında da korkunç kayıplar olmuştur. Balkanlar’da İslam nüfusu ve Müslüman varlığını yok etme konusunda Osmanlının Balkan Harbi’ni kaybetmesi müthiş bir fırsat sunmuştur. Asker de devletde yok. Oradaki Müslümanlar Sırp’ın, Bulgar, Yunan ve Karadağ çetelerinin insafına terk edilerek evlad-ı fatihan sahipsiz bırakılmıştır. 15 gün içinde 150.000 km2 civarında Balkan toprağı kaybedilmiştir. Balkan Harbi, bizim tarihimizde bozgun halinde kendimizden küçük güçlere karşı zelil bir şekilde yenildiğimiz son harptir. Balkan Harbi, Kösedağ’dan daha zelil bir bozgundur.

Bozgunun, edebiyatımıza yansıyan yüzlerinden birisi Refik Halit‟in Gurbet Hikâyeleri içinde yer alan
“Gözyaşı”hikayesidir. İstanbul’da bir bey yanına hizmetçi olarak girmiş, Rumeli‟nin Erfiçe köylerinden bir
Kadın anlatılır. Sarışın saçları kuru ota benzemektedir. Mavi gözleri, “şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş. Dibe çökmüş bir tasa, kaygı tortusudur. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze sahiptir. “Akşam rakısı zamanında” ağız tadı kaçıracak bir tiptir. Onun için bey, ilk fırsatta savmayı düşünmektedir. Ama hikâyesini dinleyince savamaz. Balkan Savaşı’nda hududa yakın bir köyde yaşamaktadır. Köye akşamüstü, “Düşman geliyor! Müslüman erkeği süngüleyecek ve
Müslüman kadını kirletecek” sözü yayılır. Mal-mülk ne varsa herkes bırakıp canını kurtarmaya
çabalar.

 Üç çocuklu dul Ayşe de çocuklarını yanına alıp yola çıkar. Beş yaşındaki oğlu, atın terkisinde
beline sarılmıştır, üç yaşındaki kızını kuşakla dizlerinden eğere bağlar, bir yaşına basmayan yavrusunu
da uykuda kucağına alır. Tepelerden ara vermeyen bir kış yağmuru inmekte ve dinmek nedir
bilmemektedir. Uzayan gece yolculuğunda bir süre sonra yaşlı beygir yürüyemez olur. Yere uzanıp
kalır. Kafileden geri kalmak tehlikelidir. Büyüğü eline, ortancayı önüne, diğerini sırtına alarak çamur
deryasında bata çıka yürümeye devam eder. Derman kesildikçe, üç çocuğundan birini feda edip hiç
olmazsa ikisini kurtarmayı düşünür. Ama hangisini, karar veremez. Islak bedeni terlemektedir.
Dizlerine kadar çıkan çamurda sürükleyerek götürmeye çalıştığı sıra, sol kolunun gevşeyip açıldığını
yarı uyanık hisseder. Bir süre sonra omzundan, kendini saran minik eller de gevşeyip çözülmüştür.
ağarırken, ıslak bir Ay-Yıldızlı bayrağın görüldüğü kasabaya girerler. Tek yükünü, bir cephane sandığının üstüne indirir: “Kurtulduk Ali, kalk Ali!” demektedir. Fakat anlamak istemediği gerçek başına gelmiştir. Saatlerce sağanak altında, çamur içinde ceset taşımıştır. Ana yüreğiyle, kesintisiz gece yağmuru gibi ağlar ve bir daha gözlerinden yaş çıkmaz. Kuru böcekkabuğu gibi gözlerinden, istese de bir daha ömür boyu yaş
akmaz.
Nüfus itibariyle kıyasladığınızda Balkan devletleri Osmanlının yaklaşık beşte biri kadardı. Askeri yönden Bulgaristan’ın 250 bin, Sırbistan’ın 150 bin, Yunanistan’ın 100 bin ve Karadağ’ın askeri gücü 30 bin civarındadır. Topladığınızda savaştığınız düşman gücü toplam olarak 530 bindir. Balkan Savaşı başladığı zaman bu devletlerin birbirleriyle anlaşması mümkün görülmeyen devletlerdir. Birbirinin topraklarında gözü olan devletlerdir. Bu devletlerin aralarında ihtilaflar vardır. Bu devletler Hristiyan olmalarına rağmen kiliseler arasında anlaşmazlık vardır. Osmanlı’yla baş edecek durumda da değillerdir. Osmanlı’nın askerî gücü olmasına rağmen” Osmanlı Devleti, böyle bir felakete nasıl, neden ve niçin uğramıştır?” sorusunu kendimize sormalıyız. Osmanlı siyaseti, yönetimi bu dört Balkan devletinin hazırlanması ve birleşmesinde hep uyumuştur. 
Dönemin Osmanlı Dışişleri Bakanı Asım Bey, Meclis-i Mebusan’da çıkan bir tartışmada “Balkanlar’dan namusum kadar eminim.” diyor. Balkan Harbinden hemen önce Osmanlı Devleti‟nin Dışişleri Bakanı olan Asım Bey’in Meclis’te,“Balkanlar’dan imanım kadar eminim” diye konuşması basiretsizliğin ilanıdır. Bu sözden bir gün sonra, 16 Temmuz 1912’de İttihat Terakki Hükümeti düşer. Yerine gelen hükümetin Hariciye Nazırı Noradunkyan da öncekinden farklı değildir. Verdiği demeçte: “Bulgar hükümetinin barışçı beyanatının samimiyetine inanmamak için hiçbir sebep mevcut değil” der.Rusya, “Barış teminatı” verince, daha büyük bir hata işlenir. Rumeli’deki yetişmiş 120 tabur asker terhis edilir. Balkan Harbi çıkmadan önce Osmanlı Hariciyesi ve istihbaratı uyumuş ve uyutulmuştur. Türk tarihinde Balkan bozgunu gibi bir başka örneği yoktur. Selanik’i savunan Tahsin Paşa, tek kurşun bile atmadan Selanik’i Yunan’a terk etmiştir. Yunanlılar, Selanik’i mahvederler. Yıkılmadık cami bırakmazlar. Selanik’teki dönme ve Yahudileri de katlederler. Bulgar, Yunan ve Sırp birbirine düşünce Edirne, Enver Paşa tarafından kurtarılır. Partizanlık zihniyeti ve siyasi bağnazlıklar bize çok zarar verdi. Balkan Harbi’ni yeniden değerlendirmeliyiz.

Sırp, Bulgar, Yunan anlaşmazlığını çözmek, İttihat ve Terakki’ye düşmüştür. 2.Abdülhamid, bunu uyguladığı siyasetiyle gayet iyi kullanmasına rağmen İttihat Terakki yönetimi, “Kiliseler İttihadı Kanunu” çıkartarak kiliseleri birleştirmiştir. Osmanlı, Balkan Harbi’ne hazırlıksız yakalanmıştır. Onların, Rumeli‟yi nasıl paylaşacaklarında da anlaşmaları mümkün değildir. Ama önce çatışma konusu çözülür, ardından Osmanlı düşmanlığında birleşerek toprak konusundaki anlaşmazlıkları ertelemek üzere yakınlaşmaları sağlanmıştır.

Balkan Harbi’nin patlayacağı günler Şark Ekspresi, Avrupa’dan İstanbul’a bir hayli savaş muhabiri
taşır. Bunlar, savaşı bizzat takip edip dergi ve gazetelerine yazacaklardır. Barış yapılırsa, korkuları
vardır. Karadağ’ın harp ilan haberini alınca rahat bir nefes alırlar. Onlardan birisi Stephan Lauzan’dır. Türkiye’de kırk gün kalarak, “Osmanlının Bozgun Yılları’nı kaleme alıp 1913’te yayınlar. Trende gelirken tartışılan konu Balkan Harbi’nin nasıl sonuçlanacağıdır. “Trablusgarb’da hiçbir zaman1700‟den fazla Osmanlı askeri bulunmadı” tespiti yapılır. Bu bilgiye göre kıyaslama yaparlar. “1700 Osmanlı, 100 bin İtalyan’ı yenerse 200 bin Bulgar’ı yenmek için ne kadar Osmanlı lazım gelir?”Fransız gazeteci, harp ilan günü girdiği İstanbul’da hayret içindedir. Dört devletle savaşa giren bir ülkenin başkentinde, bulunduğuna inanamaz. Halk ilgisizdir, kaldırımlardan tam bir kayıtsızlık içinde insan seli akmaktadır.

8 Ekim 1912’de Karadağ‟ın Osmanlıya harp ilan gününde yayınlanır. Statüko hükmünde  “Harp başlamazdan önce, savaşı kim kazanırsa kazansın hiçbir toprak değişikliğine müsaade edilmeyeceği” açıklanır. Şayet Türkler Bulgaristan veya Sırbistan topraklarına girecek olurlarsa geriye çekilmelerini garanti altına almaktı. Fakat iş aksine tecelli ediverince evvelce yapılan bu açık ilan unutuldu gitti.18 Ekim’de de üç devlet, karşı kararı ilan eder.

Harpte, komutanı olduğu birliği kaybeden kıtasız kumandanlar vardır. Bunlardan birisi de Albay Efe
Kazım’dır. Manastır Meydan Muharebesi sırasında Beşinci Kolordu’nun idare yerine gelip kendinden üstrütbeli olan kumandana akıl vermeye başlar. Kolordu kumandanı susmasını isteyince Albay Efe Kazım orada kolordu kumandanına tabancasını çeker. Yanlarındaki subayların müdahaleleri ile silah ateş almıyor.  Kolordu kumandanı Kara Sait Paşa Hürriyet ve İtilafçıdır, Albay Efe Kazım ise İttihat ve Terakki Partisine mensuptur. Particilik her yerde karşımıza çıkıyor. Siyaset orduya girmişti. Particilik zihniyeti subay topluluğunun daha da parçalanmasına etken olmuştu. Parti zihniyeti ile hareket eden subaylar, karşı partiden olanların savaştaki başarısına dahi engel oluyordu.

Başkent Edirne düşerse mevcut hükümet de düşecek ve partisi böylece iktidar koltuğunu elde edecektir. Bozgun havasının olduğu bir ortamda, bu iş; vatana, ırza, namusa kasıt, korkunç bir politik oyundur. Bunu, bir önceki hükümette İçişleri Bakanlığı yapmış üstelik Edirneli, daha ötesi İttihat ve Terakki’nin en etkin şahsiyeti Talat yapmaktadır. Şükrü Paşa, karşısına çağırtarak: “Seni, hemen yarın Edirne’nin ortasında idam ettirmemi istemiyorsan, bugünden tezi yok, çek git buradan Talat Bey oğlum. Sen ki sabık Dâhiliye Nazırısın, sen ki Edirne’ye vatanseverlik göstermek için er rütbesi ile gelmişsin. Bana yardımcı olmak yerine orduyu ifsad ediyor, askere dövüşmemesini telkine çalışıyorsun. Çek git buradan. İttihat ve Terakki’yi yeniden iktidara getirmek için başka yerlerde çalış. “der. Şükrü Paşa karşısında “hazır ol vaziyette duran” Talat Paşa, tek kelime söylemeden çıkıp İstanbul’a dönecektir. Fakat bu parti politikasıdır. Yerini başka parti elemanları alacaktır.

Ne zaman Endülüs’te Müslümanlar parçalanırken Hristiyanlar birleşmeyi öğrenmişlerdir. 800 yıl sonra Endülüs’te İslam’ın izi yok edilmiştir. Camiler ahır ve meyhane yapılmış,minareler yerle bir edilmiştir. Müslüman nüfus bırakılmamıştır. Endülüs’e ağıtlar yakmışız ancak ders çıkarmamışızdır. İslam’ın 250 yıl hâkim olduğu Sicilya’da Müslümanlar parçalanırken Hristiyanlar birleşmeyi öğrenmişlerdir. 250 yıl sonra tek bir cami, tek bir nişan, tek bir taş dahi bırakılmamıştır. Kafkaslarda da aynısı olmuştur. Hanlar parçalanmayı, Rus knezlikleri birleşmeyi öğrenmiştir. 

Yollar, şiddetli yağmur yüzünden batak haline gelmiştir. Bu yüzden toplar ve top arabalarının büyük kısmı saplanıp kalır. Psikolojik bozgun katlanarak artar. Mağlubiyetin kafada, yürekte benimsendiği bir çöküş dönemi yaşanmaktadır. Mahmut Muhtar Paşa’ya telgraf çekerek, Bahriye Nazırı sıfatı ile hükümete, “Bu şartlar altında savaşa devam etmenin mümkün olmadığını” bildirmesini ister. Paşanın kanaati, ordunun Çatalca hattı gerisine alınarak yeniden kurulmasıdır. Müthiş ve oldukça feci bir kaos ortamı doğmuştur. Gece uyandırılan Mahmut Muhtar Paşa, hemen giyinip kaçanların önüne dikilir. Boş yere durdurmaya çalışır, bağırıp çağırır. “Geri dönmezlerse yalnız başına kurmay heyeti ile birlikte düşman üzerine saldırıp intihar edeceğini” söyler. Asker, dinlemez. Çil yavrusu gibi dağılmıştır. Paşa’nın yaverleri, geri çekilmek gerektiğini zannederek karargâhı boşaltmışlar, evraklar, eşyalar, haritalar, planlar, hatta memurların sicil dosyaları bile bırakılmıştır.

Felaket haberi İstanbul’a gelince Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa istifa eder. Yerine Kâmil Paşa geçer.
Düşüncesiz gece saldırısıyla Kırklareli felaketinde rol oynamış olan Aziz Paşa, görevden alınır. İki
yüzden fazla subay, astsubay ve er, paniğin müsebbibi olarak kurşuna dizilir. 29 Ekim 1912‟de Bulgarlar, Karaağaç önlerine gelmişlerdir. 120 bin Bulgar, 175 bin Osmanlı bulunmaktadır. Ordu Komutanı Abdullah Paşa, genel karargâhının bulunduğu Sakız Köyünde küçük bir evdedir. 29 Ekim akşamı paşayı, Daily Telegraph gazetesinin muhabiri Berthalt ziyaret eder. Komutan adeta açlıktan” ölmek üzeredir. Emir subayları, tırnaklarıyla evin bahçesini kazıp birkaç mısır koçanı bulmaya çalışmaktadırlar. Buldukları kökleri, un bulamacıyla pişirmektedirler. Berthalt, yanında getirdiği birkaç konserveyi paşaya verir. Bozgun, İstanbul’da ne kadar yer varsa dolduran göçmen yığınları halinde yansır. Bulgarlar Trakya’da ilerlediği için ordunun İstanbul ile bağı kopmuş, Yunan donanması denize hâkim olduğu için destek alamamıştır.

Balkan Harbi, normal bir savaş, alınan sonuç sıradan bir yenilgi değildir. Ruhunu kaybeden
Osmanlının, çürüyüp kokuşan yabancı değerlerin taşıyıcısı bedeninin; Bulgar, Sırp, Yunan, Karadağ
 tarafından yenilerek parçalanıp, paylaşılmasıdır. Balkanlar’a geldiğimizde bölünmeyi bilen, birleşmeyi bilemeyen bir toplum yapısının varlığından söz etmek mümkündür. Askerin içinde partiler ile hizipler vardır. Bunların davaları vatan, İslam, iman değildir. İktidar olmak ve kendi gruplarını devletin başına getirmektir. Bir cihan devletininsorunu, büyüklüğünden dolayı yönetilemez olması değildir. Sorun kafalarda ve yüreklerdedir.
Prof. Dr. Caner ARABACI konuşmasının sonunda Balkan Savaşı’ndan sonra “ Camiye, kışlaya ve mektebe siyaset sokulmamalıdır.” sözünün yerleştiğini, bize büyük acılar yaşatan savaşın filminin, tiyatrosunun yapılması, roman ve hikâyesinin yazılması gerektiğini belirtti. Sohbetin ardından Dernek Başkanı Prof. Dr. Önder KUTLU ve Konya Aydınlar Ocağı Başkanı Dr. Öğretim Üyesi Mustafa GÜÇLÜ tarafından Prof. Dr. Caner ARABACI’ya hediye takdim edildi.



HİSDER | HİKMET İLİM ve SANAT DERNEĞİ

Aksinne Mahallesi Gülen Sokak No:4/B Meram /KONYA
Genel Sekreter Muzaffer TULUKÇU : 0 (506) 510 01 60
Sekreter Hasan ÖZÜCAN : 0 (536) 360 17 63