Hisder’in 9 Haziran 2014 tarihli toplantısında eğitimci yazar Yaşar Çalışkan, Üsküdarlı Ressam Hoca Ali Rıza Bey’i dernek üyelerine anlattı.
Hisder’in 9 Haziran 2014 tarihli toplantısında eğitimci yazar Yaşar Çalışkan, Üsküdarlı
Ressam Hoca Ali Rıza Bey’i dernek üyelerine anlattı.
Yaşar Hoca, talebeliğinin ikinci yılında İstanbul’da Kubbealtı Akademi Cemiyeti’nin
haftalık konferanslarından birinde Eczacı Uğur Derman’dan slayt eşliğinde dinlediği Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey’i anlatılmaya değer bulup araştırmalar sonu hayat hikayesini Sevgi Dünyası, Bir Sanatkarın Romanında yazdı.
Süvari Binbaşısı Mehmet Rüştü Bey’in 1865’te vefatı küçük Ali Rıza’yı yedi yaşında
yetim bıraktı. Ancak annesinin çok asil, iffetli ve bilgili bir kadın olması Ali Rıza’nın iyi yetişmesi için babasını aratmadı. Kuleli Askeri İdadîsi’nin en sevilen öğrencilerinden biriydi. Kuleli Askeri İdadîsi Mektep Nazırı Edhem Paşa, Ali Rıza’yı himaye eder. Şu öğüdü verir:
Evladım insanlara iyilik ve yardımdan uzak kalma. Geniş ufuklu, yüksek hedefli alçak
gönüllü ol. Hiçbir tekere çomak olma. Ay ışığında her ev penceresinin büyüklüğünce
aydınlanır. İyi arkadaşlardan yoksun bir insan, gül ve çiçeklerden mahrum bir bahçe
gibidir. Gururlu, kibirli, kendini beğenen kimselerden uzak dur, çünkü lağım doldukça
daha pis kokar. Dostun, uğruna canını verebileceğin kişi olsun, sakın dara düşünce canını
almağa kalkan olmasın. Dağa güzel sesle seslenirsen, güzel yankı alırsın. Bilgi dağarcığını
güzel şeylerle doldur, zira testide ne varsa dışına da o sızar. İnsana insanca yaşamak yakışır,
çünkü insanlığın ayrı zevki vardır. Babanın gittiği yere en son senin de gideceğini unutma.
Kabirde başkaları yönünü kıbleye çevirmeden sen kıbleye dönmesini bil. O karanlık yere
kandilsiz gitme, Sözlerimi baba öğüdü kabul et, dedi.
Vatanına ve vatanının bütün güzelliklerine sevdalı olan Ressam Ali Rıza Bey, resim
çalışması için Çamlıca’ya gidecekti. Harbiye Mektebinde hocalık dışında pek giymediği
üniformasını giydi. Yeni Cami’nin önünden geçtiler. Kültürlü insanların geçtiği ve gezdiği yerler canlanmağa ve konuşmağa başlar. Adeta hatıralarla dile gelirler. Ali Rıza Bey, rahmetli babası Binbaşı Mehmet Rüştü Bey’in beş altı yaşlarında küçücük elinden tutarak bu camiye getirdiğini ileri yaşına rağmen hâlâ taptaze hatırlıyordu.
Ali Rıza Bey anlatmağa başladı:
—Bu camiyi hattat Sultan III. Ahmet Han’ın annesi Emetullah Gülnuş Valide Sultan yaptırdı.
Annesinin camiine asılmak üzere de oğlu Sultan Ahmet eşsiz bir levha halinde: “Cennet analarınayakları altındadır” hadis-i şerifini yazıp astı. Üsküdar ve Ayasofya yanındaki çeşmelerinin yazıları da bu hükümdarındır. Sultan III. Ahmet Han sanatkâr bir padişahtır. Onca devlet işleri yanında mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim’i güzel el yazısı ile dört defa yazmış; ikisini İstanbul’un büyük hocalarına ikisini Peygamberimizin Medine’deki Ranza’sına hediye etmiştir.
Yedikuleli Abdullah Efendi isten solmayan bir mürekkep imal eder. Bu Sultan Ahmet’in
kulağına gider. Abdullah Efendi bu mürekkepten bir hokkasını Padişaha gönderir. Hükümdar
kendisine gönderilen hokkayı altınla doldurup yanında kıymetli kumaşlarla beraber iade edip,
Abdullah Efendi’nin maharetini ödüllendirerek kutlar.
Marifet iltifata tâbidir,
Müşterisiz meta zayidir.
Ali Rıza Bey, kendinden 22 yaş küçük talebesi Nazmi Ziya Bey’le Çamlıca yokuşunu
tırmanmağa başlamıştı. Elli yaşın üstünde olmasına rağmen ömrünce sigara ve içki gibi
zararlılardan kendini koruyabildiği için zinde idi. Öğrencilerine tekrarlamaktan hiç usanmadığı bir sözü tekrar etti:
Alışkanlıkların bağı önce hissedilemeyecek kadar zayıf, sonra koparılamayacak kadar
kuvvetlidir, dedi.
Ali Rıza Bey yokuşta sıcakta buram buram terlemişti. Şakaklarında hissettiği sıcak teri
elinin tersiyle siliyordu. Yokuşu yarılamışlardı ki peşlerinden üstüne yüklenen ağır yükü zorla çekmeğe çalışan, sıcakta ağır yük altında terden tırnaklarına kadar su çıkan atlı bir araba yaklaştı.
Hayvancağız yokuşta ağır yükü çekmek için neredeyse çatlayacaktı. İnsafsız, cahil sahibi arabayı doldurmuştu. Ali Rıza Bey atın perişan halini görünce, vicdanı sızladı. Hemen üstündeki binbaşı üniformasını çıkarıp katladı. İsmine “kırkambar” dediği içinde iğneden ipliğe ne ararsan bulunan çantası ile portatif sandalyesini arabanın üstüne koyup: “Haydi Ziya Beyciğim!” diyerek yokuş yukarı çıkan arabayı iterek yardım etmeğe başladı.
Toplum içinde kaç kişi vicdanında bu ezikliği duyabilir ve sıcakta zorlanan bir ata yokuşu
çıkana kadar yardıma koşardı.
Ali Rıza Bey resim tezgâhını Çamlıca’da ahşap minareli, güzel bir mescidin önüne kurdu.
Güller arasındaki bir güzel namazgâhı tablolaştırmak istedi.
“Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yâre mutadım.”
Öğle ezanları okunmağa başlamıştı.
Ali Rıza Bey caminin şadırvanına doğru kollarını sıvayarak adımladı. Şadırvanın yanına
gelince abdest alanlardan binbaşı üniforması ile Ali Rıza Bey’i görenler yer açmak veya sırasını vermeğe davrandılar. Ama Ali Rıza Bey tebessümle teşekkür edip sırasını bekleme olgunluğu ile alçak gönüllülüğü tercih etti.
Namaz sonu cemaat dağılırken Ali Rıza Bey talebesi Nazmi Ziya ile camide kaldı.
Ali Rıza Bey’in bir âdeti vardı. Namaz kıldığı her camiyi dikkatle gezer, duvarlarındaki
yazıları, ayetleri okur, minberinin, mihrabının nakışlarını dikkatle inceler, bunlardan sanatçı
ruhuna bir hisse çıkarmağa çalışırdı.
Büyük hattatlar güzel birer hilye yazmışlardır. Hilyeler camilerden ziyade evlere iş yerlerine
asılır. Hilyenin olduğu yere bolluk, huzur ve saadet geleceğine buranın yangın ve afetlerden
korunacağına inanılır. Bu hilye-i şerif mescide birinin hediyesi olsa gerektir, dedikten sonra
Nazmi Ziya Bey’e: Okuyabiliyor musun? Dedi.
Nazmi Ziya Bey levhanın önüne iyi yaklaşıp dikkatle baktıktan sonra:
—Okuyabilirim hocam, dedi. Cümle cümle edeple okumağa başladı:
-Bismillahirrahmanirrahim,
Dört köşesinde dört seçkin dostun, dört halifenin “Hazret-i Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali
efendilerimizin mübarek isimleri var. Levhanın alt kenarındaki imza yeri:
“Bunu Kuran hâfızı diye tanınan fakir Osman yazdı Allah onun, anne ve babasının ve bu
yazıya bakanların günahlarını bağışlasın.”
Ali Rıza Bey, İstanbul’un tarihi köşelerine ve sık sık Karacaahmet’e gider. Hanımı:
-Karacaahmet’e çok gidiyorsun.
-Gidip de gelmeyinceye kadar böyle, der.
Ali Rıza Bey, Abbas Halim Paşa’nın yanına gidiyordu. O, büyüklere ve zenginlere
yakınlıktan fazla hoşlaşmazdı. Onlardaki gönül sahiplerinin sezdiği gurur ve kendini beğenme
duygularından hoşlaşmazdı. Ali Rıza Bey evinde Heybeliada’daki Abbas Halim Paşa köşkünü
hanımına açınca, hanımı sevinçten uçacak gibi oldu. Ali Rıza Bey’in hanımı hemen hazırlığa
başladı. Eşyalarla beraber Ali Rıza Bey’i gören bir dostu:
—Hocam, Üsküdar’dan taşınıyor musunuz? Dedi. Ali Rıza Bey, yazlığa gidiyoruz demeğe
utandı. Anlamlı cevabı verdi:
—Bir insanın doğup büyüdüğü yerden, eş ve dostlarından ayrılması köklü koca ağacın
yerinden sökülmesine benzer.
Ali Rıza Bey’le hanımı vapurdan indirdikleri eşyayı süslü bir faytonla Abbas Halim
Paşa’nın kâşanesine taşıdılar. Heybeliada’da ilk günün sabahını Ali Rıza Bey değişik gördü. Yıllar yılı Üsküdar’da her sabah ezanla uyanan Ali Rıza Bey adaya çıkalı ezan sesi duymamıştı. Hele sabahın engin sessizliğinde ezanı duymamasını yadırgadı.
—Hanım, sabah ezanını duydun mu? Dedi. Okundu da yoksa ben mi işitmedim?
—Hayır, duymadım, dedi. Heybeliada’yı gezintiye çıktı. Deniz kıyısında Rumca türküler, caz müziği, kulüpte kumar oynayan insanlar, Ali Rıza Bey’in ağzının tadını kaçırdı. Ali Rıza Bey’i gerçekten tedirgin etti.
Buraya, bunlar arasına mı dinlenmeğe gelmişti?
Ne selam veren, ne hal hatır soran vardı.
Üsküdar’da asmalı bir mescidin, asmalarının gölgesinde sessiz, sakin namaz vakti bekleyen,
sohbet eden, yüzü gülen huzurlu insanları burada bulmak zordu. Bunlar Ali Rıza Bey’e göre
değildi. Sudan çıkmış balığa döndü. Ali Rıza Bey Heybeliada’ya üç gün dayanabildi. Dördüncü gün Üsküdar’da güler yüzlü, can dostlarının arasındaydı.
İttihat ve Terakki önde gelenleri kendisini üyeliğe davet ederler: Hay hay der, fakat ölmek
var öldürmek yok deyince peşini bırakırlar.
Ord. Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver de hocası Ali Rıza Bey’e ölçüsüz bir sevgiyle bağlıydı.
Resim hocası, ressam Ali Rıza Bey’in kendisine söylediği:
“Ahlaklı olmak ressam olmaktan üstündür.” Sözünü âdeta kendisine hayat prensibi yaptı.
Vatan ve milletini seven, üstün ahlâklı, seçkin insan olma sırrını ondan öğrendi. Hocasını anlatan bir yazısında: “Ruhumun terbiyecisi Üsküdarlı resim hocam” diye bahsetti.
Hocası Süheyl’i, Süheyl de Hoca’sını çok severdi, onun için Ali Rıza Bey’in bazı tavsiyelerini ömür boyu unutmadı:
Hoşa giden her şeyi kaydet. En ufak kâğıdı bile atma. Memleketimizin güzel eser ve
evlerini (resimle) tespit et. Dostları sıkma ve üzme. Fakirlere acı, yardımla gönüllerini hoş
tut. Derviş olma, dervişçe yaşa. Faydalı şeylerle uğraş. Güzel sözlerle ruhunu incelt.
Küçükleri sev ve sevindir. Vatanını sev.”
I. Dünya Harbi’nin sıkıntılı yıllarında Haseki’den Haydarpaşa’ya Mekteb-i Tıbbiye’ye
çoğu zaman yürüyerek gelen Süheyl, kapıda “Bugün ders yok” levhasını görünce ve ders
yapılamadığı günlerde soluğu ya Karacaahmet’ye alır, mezar taşlarını inceler, ya da her zaman olduğu gibi Ali Rıza Bey’in evine gider bol bol not tutarak Hoca’yı dinler, onunla resim çalışırdı.
Hocası Ali Rıza Bey de Süheyl’i çok sever, ne zaman Haseki’deki evlerine gitse hattat
dedelerinin eşsiz levhaları ile süslü müze gibi evlerinde yatılı kalırdı. O zamanlar tahtakurusu gibi zararlı böcekler için yeterli derecede etkili ilaç yoktu. Ali Rıza Bey’in teni de tahtakurusuna karşı pek hassastı. Talebesi Süheyl’e:
—Süheyl, evladım dedi. Hoşaf tası gibi içi yarı su dolu bir tasla yumruktan büyükçe bir taş
rica edebilir miyim? Dedi.
Sabah olunca Süheyl Bey tas ve taşı merak ederek Hoca’nın yanına geldi. Ne görse iyi? Ali
Rıza Bey, gece boyu kendini rahatsız eden tahtakurularını yakalayıp, su tasının ortasına koyduğu taştan adacığa tecrit etmiş. Talebesinin hayret dolu bakışlarını görünce:
—Süheyl’im, bu taşı alıp bahçenin uzak bir köşesine koy ki bir daha gelip beni rahatsız
etmesinler, dedi. O canının yakanların bile canını yakamayacak bir yaratılışa sahiptir.
Ali Rıza Bey’in canını yakan zararlı böceklere karşı bu şefkat ve merhamet’i Süheyl’in
hassas gönlünde ürpertili bir tablo halinde ömrünce durdu. Yeri geldikçe dilinden söz, kaleminden mürekkep olup başka gönüllere damladı.
Sohbette ismi geçenlerin ruhlarına Fatiha okunarak konuşma sonlandırıldı.